Sinema sanatı var olduğundan beri edebiyatla doğrudan bir
ilişki içindedir. İlk filmlerden günümüze kadar birçok edebi eser sinemaya
uyarlanmıştır. Burada ortaya çıkan sorun, eser tamamen olduğu gibi mi yoksa
senaristin kendi yorumu ile beraber mi filme uyarlamalıdır? Ya da Virginia
Woolf’un dediği gibi edebi eserler sinemaya hiç mi uyarlanmamalıdır? ( Woolf’un bu düşüncesine rağmen kendi
eserleri de sinemaya uyarlanmıştır.)
Benim düşüncemi soracak olursanız, ben edebi bir eserin
aynen olduğu gibi değil, üzerine yorum katılarak uyarlanmasından yanayım. Ancak
gelin görün ki bu durum çoğu zaman başarısız sonuçlanabiliyor. Bunun
örneklerinden birine de burada değineceğiz.
Patricia Highsmith’in romanları sinemayı oldukça
beslemiştir. Eserleri sayesinde 10dan fazla film yaratılmıştır. İçlerinde en
çok bilineni ise aynı adlı romanından uyarlanan The Talented Mr. Ripley’dir.
The Talented Mr. Ripley
(1999)
|
Anthony Minghella romanlardan film uyarlamalarını seven bir
yönetmen. Kendi yorumunu da uyarladığı filmlere katmaktan çekinmez. The Talented
Mr. Ripley’de ise romanın temeline sadık kalsa da, kendince yeni ayrıntılarda
eklemiştir. Bu işte başarılı olduğunu söylesem de filmin geneline baktığımızda
romanın çok çok gerisinde kaldığını kolaylıkta görebiliyoruz.
Romanı sinemaya uyarlayan tek yönetmen Minghella değil,
Highsmith 1955 yılında romanını yayınladıktan 5 yıl sonra Rene Clement ilk kez
The Talented Mr. Ripley’i sinemaya uyarlamıştır. Clement’te Minghella gibi
romanın özüne sadık kalsa da filmde, romandan çok daha farklı bir sona imza atmıştır.
Highsmith’e bu filmi görmüş, genel olarak filmi beğense de, finalinin kendisi
hayal kırıklığına uğrattığını söylemiştir.
Tom Ripley 1950lerde New York'ta
geçinmeye çabalayan genç bir adamdır. Varlıklı Herbert Greenleaf, Tom’un oğlu
Dickie’nin bir arkadaşı olduğunu düşünür ve bir şekilde yanına yaklaşır, Tom’a
oğlu Dickie'yi ABD'ne dönüp aile şirketinin başına geçmesinde iknasına ihtiyacı olduğunu söyler ve bunun için İtalya'ya
gidip gidemeyeceğini sorar. Tom gerçekte Dickie'yle hiç tanışmamış olduğu hâlde
teklifi kabul eder. Tom New York’ta beş parasız, işe yaramaz, sahte posta
çekleri ile hayatına devam ederken, bir hiç olduğunun farkındadır. Bir anda
karşısına çıkan bu olay onun “gerçek
biri” olmak için beklediği fırsattır.
Herbert Greenleaf’ın imkanlarıyla İtalya’ya giden Tom’u
artık başka bir hayat beklemektedir. İtalya’da bir şekilde Dickie ile
karşılaşan Tom, Dickie ve onun “sevgilisi”
Marge’ın hayatına girmeyi başarır. Bir süre sonra Tom, Dickie’nin hayranlık
uyandıran hayatına özenmeye başlar.
Bu noktada Minghella, harika bir Dickie
estetiği yaratmış, Jude Law’ın da katkısıyla pahalı takım elbiseler giyen,
Güney İtalya sahillerinde yaşayan, para sorunu olmayan, güzel bir sevgilisi
olan, gündüzleri plajdan çıkmayıp geceleri caz barlarda saksafon çalan ve
kasabadaki bütün kadınların hayranlığını kazanan bir burjuva. Haliyle böyle
hayat karşısında Tom’un Dickie’ye olan hayranlığı artmakta ve vaktini sürekli
Dickie’nin yanında geçirmek istemektedir.
Plein Soleil (1960)
|
“- Senin gibi biri
olmak isterdim.. - Herkes kendinden başka biri 'gibi' olmak ister zaten.”
“ Her zaman, gerçek
bir hiç kimse olmaktansa, sahte bile olsa biri olmanın daha iyi olacağını
düşünmüşümdür. "
Tom, çağımızda da hastalık haline gelen, fark edilmek, onaylanmak ister,
kısacası sıradan biri olmama ihtiyacı hisseder. Sıradan gerçek biri olmaktansa,
böyle hissetmektense, sahte ama gösterişli biri olmayı hayal eder. Aşk’ın
temelinde bulunan gurur, mutlu olup olmaması başka bir kimsenin iradesine
bağlayan duyguyla birlikte içinde büyük bir hüzün doğurur. Tom karakteri
oldukça iyi yaratılmış bir gay karakterdir aslında ve aşık olduğu
adamdan giderek uzaklaşmaktadır. Başlarda beraber eğlendiği Tom’un
hayranlıklarından bıkan Dickie, kendisine sülük gibi yapışan Tom’dan kurtulmak
istemektedir artık. Bunun yanında oğlunun artık ABD’ne dönmeyeceğine kesin
gözüyle bakan Herbert Greenleaf, Tom’a para göndermeyi keser. Aşık olduğu adamla beraber içinde yaşadığı
konforlu hayatta elinden kaçmaktadır Tom’un. Bunun farkına varır ve artık
sadece aşık olduğu adamın kendisini değil ona ait olan her şeyi ister. İsmini,
müzik zevkini, kıyafetlerini... Sonuçta her gerçek tutku, yalnız kendini
düşünür. En sonunda da ona sahip olamayacağını ve her şeyin elinden gittiğini düşündüğü
bir anda yapması gerekeni yapar ve artık İtalya’nın mavi denizleri, sahilleri
yerine Hitchcock’u bile kıskandıran siyah-beyaz bir kasvet bizi beklemektedir.
Patricia Highsmith
|
Highsmith, Tom Ripley'in kendi kişiliğinin erkek yansıması
olduğunu her fırsatta söylemiştir. Lezbiyen olmasına rağmen, Carol romanı bir
istisna olmak üzere bir çok romanında belli belirsiz bir kadın düşmanlığı
görülür. Highsmith lezbiyenliği ile barışık değildir. Bununda en güzel
örneğini, Tom üzerinde görmekteyiz. Romanda kesin olmamakla beraber, Tom’un gay
olduğunu söyleyebiliriz. Hem roman hem de film boyunca Tom’un hiç bir kadına
gerçekten yakın olamadığını bilmekte bu görüşü güçlendiriyor.
Dickie karakteri hem Plein Soleil hem de The Talented Mr.
Ripley filmlerinde başarılı bir şekilde karşımıza çıkmıştır. Özellikle şunu
belirtmeden geçemeyeceğim Plein Soleil filminde
Tom ve Dickie canlandıran oyuncuların fiziksel özellikleri ile The
Talented Mr. Ripley filmindeki oyuncuların fiziksel özellikleri birbirine
oldukça benzemekte. Sanırım Minghella, Clement’ten biraz esinlenmiş.
Asıl sorun romanında bütününde yer alan Ripley karakterini
canlandıran oyuncularda. Plein Soleil de bu görevi benimde oldukça sevdiğim
Alain Delon gerçekleştirmiştir. The Talented Mr. Ripley’de ise Matt Damon
canlandırırken ve Highsmith’in diğer Ripley seri romanlarından sinemaya
uyarlanan filmlerinde John Malkovich, Dennis Hopper ve Barry Pepper bu
karaktere can vermişlerdir.
Alain Delon, Ripley karakterinin bir çok özelliklerini taşımasına
rağmen, fazla seksi olması nedeniyle biraz farklılaşıyor. Bunun yanında
Ripley’in biraz psikopat, bir parça katil, yalancı, düzenbaz, hem yumuşak hem
sert, hem dost hem de düşman yönlerini perdeye çok iyi yansıtıyor. Matt
Damon’ın canlandırdığı Ripley ise özüne sadık olmasına rağmen olduğundan daha
kırılgan, daha çaresiz, sevgiye muhtaç ve yalnızlaştırıldığı için kötü olan bir
karakter görünümünde. Bunların yanında Malkovich oldukça iyi bir oyun çıkarsa
da fazla sinsi Hopper fazla akıllı ve iş bilen, Pepper ise fazla sıradan
olması nedeniyle Ripley olmaktan uzaklar.
Highsmith, Ripley kötü bir karakter olmasına rağmen,
olayları onun gözünden anlatması nedeniyle, bizim de Ripley’in yanında olmamızı
sağlıyor. Bir yandan Ripley’e acımamızı ister. Ancak Ripley’i de tam bir
zavallı durumuna sokmuyor, zaaflarına rağmen karşılaştığı zorlukların
üstesinden gelmesini bilen, kötülük yaparken güçlü bir karaktere sahip olan bir
Ripley karşımıza çıkıyor. Örneğin Ripley işlediği cinayetler karşısında adeta
gurur duyan, polisin kendisini arayışlarını acemice ve ahmakça bulup küçümseyen
bir anti kahramandır.
Kısacası iki filmde maalesef roman kadar sağlam bir kurguya sahip
değiller. Kitabı okumayanlar için filmlerin karanlık ve merak uyandırıcı bir
yanı olduğunu söyleyebiliriz. Ancak kitabı okuyanlar için filmdeki iç
hesaplaşmalar, gerilim yetersiz kalıyor. Yine de güzel İtalya manzaraları,
güzel şarkılar, içkiler, ışıltılı, masmavi bir Akdeniz, beyaz bir yelkenli,
Arnavut kaldırımlı küçük balıkçı köyleri ve yanık ten ile beraber seyredilesi
filmler ortaya çıkmış.
Konuk Yazar: Neyin Peşindesin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder