25 Eylül 2012 Salı

SIGOURNEY WEAVER 'I NEDEN SEVMELİYİZ ?




  1.  Öncelikle Alien annesi olduğu için.
  2.  Uzay filmlerine en yakışan kadın olduğu için.(BKZ:Avatar, Alien serisi)
  3.  Kaba saba erkeksi olmasına rağmen insanın çözemediği bir sempatikliğe sahip olduğu     için.
  4.  Yaşlanmayı durdurabilen bir insan olduğu için.(kendisi 63 yaşında)
  5.  Bir de kadın böyle bir şey yapmış en çok da bunun için.




DAMLA



22 Eylül 2012 Cumartesi

KARANLIKTAKİLER





  KARANLIKTA ÜÇ KİŞİ

            Gülseren’in geleceği, (Meral Çetinkaya) gençliğinde başına gelen bir olay sonucu annesi ve teyzelerinin kararıyla şekillendirilir. Egemen ise (Erdem Akakçe) annesi Gülseren’e bakmakla yükümlü, çalıştığı reklam şirketinin sahibi Umay’a (Derya Alabora) platonik aşık, gelecekte ne yapacağını bilmeden günlerini işi ve evi arasında geçirir. Umay, reklam şirketi sahibidir. Sevgilisi ile sorunları vardır, bütün bunlar işine yansır. Bu üç “kafası karışık” insanın hikayesi; oyuncularının, senaryonun ve etkili bir atmosfer yaratan sanat ekibinin ve görüntü yönetiminin büyük katkıları ile ortaya iyi bir film çıkmıştır.

     Yönetmen Çağan Irmak’ın hikayeyi anlatmadaki tavrı yerinde ve doğru bir karar. Çünkü filmin başında Gülseren’in başına gelenleri öğrenirsek ve filmi bu şekilde izlersek izleyici olarak  safımızı hem belli etmiş hemde tüm film boyunca duygularımız sömürülmüş olacaktır. Oysaki Irmak böyle bir anlatımın yerine Gülseren’in şizofrenik bir hâl almasının sebeplerini filmin en sonuna koyuyor, bu izleyici için hem sürpriz hem de peşin hüküm vermemesi açısından doğru bir karar.

Film anne-oğulun bir güne başlaması ile başlıyor. Çok geçmeden bu evin ve Gülseren’nin normal olmadığını anlıyoruz. İşte bu noktada Gülseren’i delirtenin aslında başına gelen olay olmadığını onu delirtenin başta kendi ailesi olmak üzere çevrenin olduğunu film ilerledikçe anlıyoruz.

BİR DELİNİN EVİNDEN MANZARALAR


Bu noktada Gülseren’in yaşadığı bu eve, evin ışıklarına ve Çağan Irmak’ın kamere açılarına dikkat etmek gerekir. Gündüz vakti kapalı olan perdeler, kapıda iki-üç kilit, hava kararır kararmaz açılan onlarca ışık. Gülseren için dışarsı büyük bir tehlike, çünkü onun başına ne geldiyse dışarıdan geldi. Çağan Irmak’ın sık sık tekrarladığı aynı açıdan görüntüler, sokak sesleri, Gülseren’in perde arasından sık sık sokağı kontrol etmesi, Gülseren’in gelen kızkardeşiyle bile kapı aralığından konuşması... ve bunların bize yansımaları gerçekten başarılı ve etkileyici. Sanat yönetimi ve görüntü yönetimi filmin anlaşılır ve etkili kılınması açısından elinden geleni fazlasıyla yapmış. Irmak’da bütün bunları gerektiği ölçüde vermiş ne gözümüze çok sokarak ne de eksik bırakarak.

TALİHSİZ BİR ÇOCUK: EGEMEN

Annesi Gülseren’in oğlu üzerinde baskısı olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Gülseren başına gelenlerden sonra oğlu sayesinde biraz da olsun normalleşmiştir diyebiliriz. Çünkü anne Gülseren’in tek tutunağı artık Egemen olmuştur.

Egemen çalıştığı reklam şirketinin sahibi Umay Hanım’a platonik aşık. Umay Hanım ise yasak bir ilişki yaşayan ve bundan kurtulmak isteyen bir kadın. Egemen’e yer yer acıdığı için iyi davranıyor hatta hediyeler veriyor. Ama Egemen bu acıma ile gelen ilgilenme hâlini ve hediyeleri Umay Hanım’ın da kendisine ilgisi olduğu şeklinde yorumlamasına sebep olur. Ayrıca reklam dünyasında her şeyin aldatma üzerine kurulduğunu ve bu aldatma mekanizmasında çalışan Egemen’in masum oluşu Umay Hanım’ı etkiliyor ama bu etki aşık olmasını gerektirecek bir etki değil.

Egemen’in ileriye dönük korkusu, reklam şirketinin gece korumasını, yapan Ramiz (Rıza Akın) karakteri ile verilmeye çalışılmış. Ramiz, evlenmemiştir. Bunun doğru olmadığını, insanı mutsuz ettiğini Egemen’e söyler. Egemen’in o anki bakışından ise izleyicinin aklına çok şey takılır.

            IŞIĞA KOŞANLAR

            Egemen ve annesi Gülseren, filmin sonunda ışığa koşarlar. Işık metaforu masal ve hikayelerde sıkça kullanılan bir metafordur. Aydınlanmayı, umudu temsil eden bu ışık Gülseren ve Egemen’i de içine alır. Seneler sonra dışarı çıkan Gülseren ise hâlâ dışardan korkmaktadır. Egemen’in korkan annesine söylediği sözler ise her şeyi özetler.

“-Neden korkuyorsun dışardan mı? O Dışarısı bizi tükürüp attı Gülseren Hanım niye korkuyorsun.” Evet, dışarısı sizi tükürüp attı.

 Sonu muğlak olan bu filmde izleyici, hikayeyi nasıl devam ettirmek istiyorsa öyle devam ettirir. Bu tarz net bir sonu olmayan filmleri pek çok izleyici sevmez ama bu filme böyle muğlak bir son yakışmış diyebiliriz. Umay karakterinin, sonu ne oldu?  Bu noktada Umay’in hikayesi için böyle gelmiş böyle gider/gidiyor tavrı sergilenmiş.

             Karşımızda en başta oyunculukları, senaryosu, müzikleri, görüntüleri ve  yönetimi ile Çağan Irmak’ın filmografisinde farklı bir yerde duran güçlü bir film var. Ayrıca Türk Sineması’nda çok da göremediğimiz “karakter” hikayesi anlatıyor bu film. Tek bu nedenle bile film izlenebilir.

KAAN OKAN

21 Eylül 2012 Cuma

BLINKY TM

Her eve lazım Blinky.

  Uzun metrajlı filmleri izlemeye üşenmeyip kısa film izlemeye üşenen bir insanım. Sanırım filmi edinene kadar geçen süreyle izleme süresinin birbirine çok yakın olması ve ‘ee uğraştım o kadar 10dk da bitti be kardeşim' durumu insanı geren , yıldıran bir durum.Ancak bu seferlik  lütfedip iyisinden bir tane kısa film izlemiş bulunuyorum.

         13 dk da adamı nasıl gererler?

   2011 yapımı Blinky TM’nin hikayesi, günümüzden ileri teknolojiye sahip olunan, robotların yavaş yavaş insan hayatında yer edinip birer aile bireyine dönüştüğü bir dönemde geçmekte.Hikayenin baş kahramanı Küçük Alex ise mutsuz , huzursuz , sürekli kavga eden  ve kendisini ihmal eden anne - babasıyla yaşamakta  ve bu durumun yarattığı yalnızlığı ağır bir şekilde hissetmektedir.Bir gün televizyon reklamlarında gördüğü Blinky-TM isimli sevimli, yardım sever, aileyi bir araya getirip onları mutlu kılma ,onlara hizmet etme özelliklerine sahip Wall-e saflığında bir robotu yılbaşı hediyesi olarak ailesinden ister.
   Başlarda Blinky ve Alex’in arasından su sızmaz ve Alex Blinky’i aileye huzur getirecek bir umut olarak görür, ancak olaylar hiçte beklenildiği gibi gelişmez.Alex yavaştan psikopata bağlar ve olanlar olur.

  13 dk’da ailevi problemlere ve gelecekte teknolojinin hayatımıza ne gibi etkisi olabileceğine değinen film,bitimini de gayet vurucu yapar, adamı gerer.

Üşenmeyin izleyin derim.



DAMLA

20 Eylül 2012 Perşembe

THE TALL MAN


  
  Beni The Tall Man ‘i izlemeye iten şey fragmanında ‘6.histen beri böyle şaşırmadınız!’ gibi kuvvetli bir iddia ile gelmesiydi , keşke gelmeseydi.. Filmi izlediğinizde anlayacağınız üzere konsept olarak çok farklı filmler,ikisinin karşılaştırılması yanlış olmuş.Ama bu iddia ile filmi izletti mi? İzletti.Bkz:Ben.

   Texas Katliamı ’nın ardından yıllar sonra güzeller güzeli  Je
ssica Biel’i bir gerilim filminde daha görüyoruz.Üstelik kendisi filmin yapımcılarından birisi. 2012 yapımı olan filmde tanıdık 2 yüz daha var.Silent Hill filminden tanıdığımız soluk benizli ufak kızımız Jodelle Ferland ve Supernatural dizisiyle kendini tanıtan Samantha Ferris.Aynı zamanda film Fransız yönetmen Pascal Laugier’in Hollywood’da çektiği ilk film olma özelliğine sahip.

Film, ormanların arasında , maden ocaklarının üzerine kurulmuş Cold Rock isimli bir kasabada geçmektedir.Cold Rock kasabası, maden ocaklarının kapatılmasının ardından işsizlik ve fakirlikle boğuşurken, yetmezmiş gibi kasabadaki çocuklar teker teker ortadan kaybolmaktadır. Bu olayın faili kasaba halkı tarafından kimsenin görmediği, ‘the tall man’ olarak efsaneleştirilen kişi olarak görülmektedir.Olaylar zinciri, baş kahramanımız olan Julia’nın (Jessica Biel) küçük oğlunun ortadan kaybolmasıyla kendini gösterir.



Filmin başlangıçta izleyiciye hissettirdikleri ile sonunda hissettirdikleri arasında dünya kadar fark var.Başlangıçta klasik gerilim filmi psikolojisiyle ‘the tall man’ in kim olduğuna dair büyük bir tahmin seline kapılıyorsunuz, sonrasında ise işler çok farklı boyutlara doğru ilerliyor.Hatta bittikten sonra oturup aldığınız mesaj üstüne birkaç dakika düşünüyorsunuz ki genelde gerilim filmleri sonunda böyle bir tepki verilmez.
  

Sonuç olarak ‘6.histen beri böyle şaşırmadınız!’ iddiasına dayanarak izlediğinizde ‘evet hala şaşırmadım’ diye bir tepki veriyor olabilirsiniz, ancak söylediğim gibi böyle bir iddiayla gelmek pek de başarılı bir strateji olmamış. Fakat gerilim filmleri kategorisinde (jessica Biel’in oyunculuğunun katkısıyla) ortalamanın üstünde bir film olduğunu söyleyebilirim.

Meraklısına Not:Bu arada merak edip araştırdım, nereden gelmiş bu ‘Tall Man’ lakabı diye ve şöyle bir olay keşfettim;2009 senesinde Something Awful adlı sitenin forumlarında ‘haydi fotoğraflara esrarengiz varlıkları photoshoplayarak eğlenelim’ diye bir furya başlamış.Bu geyiğin sonunda en popüler olan figür; uzun kollu bacaklı incecik ama yüzü hiçbir zaman görünmeyen bir varlıkmış.Efsaneleşen bu varlığın esas adı "Slender Man" miş ve uzun süre takip ettiği çocukları kaçırıp yiyerek hayatına devam ediyormuş.Bu varlık üstüne çekilen , sadece youtube ve twitter’dan yayınlanan 2 sezonluk bir dizi ve oynarken insanlara kalp krizi geçirten bir de oyunu varmış.


DAMLA

18 Eylül 2012 Salı

THE ARTIST



Artist, Cannes Film Festivali’nde Tarrence Malick’in Hayat Ağacı ile yarıştı ve ödülü kaptırdı. Oscar yarışında ise Martin Scorsese’nin Hugo’su ile yarıştı ve ipi göğüsledi. 21. Yüzyılda sessiz sinema yapılır mı demeyin ve Artist’i izleyin. 

Filmin son derece sade ve bilindik bir hikayesi var. Jean Dujardin’in görüntüsü ile sessiz film starlarına fazlasıyla benzediği bu filme 1920’lerde oldukça popüler Gerorge Valentin isimli Hollywood yıldızını canlandırıyor. Karşısında ise George Valentin’e hayran ve tesadüf eseri onunla tanışan Berenice Bejo’nun canlandırdığı Peppy Miller karakteri var. Sessiz film döneminden sesli filmlere geçişin yaşadındığı dönemde, P.Miller’in yükselişine  G.Valentin’in ise çöküşüne şahit olduğumuz filmde ayrıca Amerikan sinemasının 1920’lerdeki hâlini de görüyoruz.

Yönetmen Michel Hazanivicius’ın uzun zamandır tasarladığı ve sinemanın teknolojiden fazlasıyla faydalandığı günümüzde sessiz film çekme konusunda ısrar edip gösterime sokması hem cesaret hem kumar gibi. Çünkü izleyici sessiz bir filme gitmeye çekinebilir. Ama işler böyle olmadı, Artist arkasına aldığı ödül rüzgarlarıyla epey ses getirdi.

Yönetmenin sessiz filmde israr etmesinin en büyük nedeni, sessiz filmin hayal gücünü yükselten bir format olduğuna inanmasında yatıyor. M. Hazanivicius, filme bol bol Alman, Rus, Fransız ve İngiliz sessiz filmleri izleyerek hazırlanmış ama en çok Amerikan sessiz filmlerinden etkilenmiş. Filmin başrol oyuncuları J.Dujardin ve B.Bejo beş ay boyunca aldıkları dans dersleri ile filme hazırlanırken oyuncuların görüntüleri başarılı bir şekilde 1920’ler sinema starlarına dönüştürülmüş.Gerçekten de  iki oyuncu da 1920’lerden fırlamış gibiler. 



Artist gerek festival gösterimleri gerekse ticari gösterimlerinde izleyicileri tarafından sevildi ve izleyenlere hoş bir nostalji yaşattı. Ama ben filmin fazla abartıldığı kanısındayım. Bu yüzyılda sessiz bir filmi izlenir kılmak etbetteki büyük bir başarı, üstelik filmin oyuncuları, görüntü ve sanat yönetiminin bunda etkisi çok fazla ama yine de izlemeyenlerin bir şey kaçıracakları türden bir film değil.
 

KAAN OKAN

17 Eylül 2012 Pazartesi

BEFORE NIGHT FALLS

  

 Julian Schnabel in yönetmenliğini yaptığı filmde kızlarımızın çirkin ama karizmatik olarak betimledikleri Javier Bardem'i başrolde izlemekteyiz.Konusu kübalı eşcinsel şair ve yazar Reinaldo Arenas'in hayatini temel alan 'before night falls' Javier Bardem'e En İyi Erkek Oyuncu Akademi Ödülü' adaylığı getirmiş ancak o yıl Kevin Spacey 'American Beauty' ile ödülü hakkını vererek almıştır.

 Filmimiz Reinaldo Arenas'ın çocukluğunun geçtiği taşrada başlar ve 15 yaşına geldiğinde evden kaçarak o dönemde Küba'da diktatör yönetici olan Batista'nın yönetimine karşı ayaklanan 'Rebels'(Asiler) diye adlandırılan Fidel Castro'nun gerilla ekiplerine katılmasıyla devam eder.Karakterimizin taşradan kaçış sahnesinde neredeyse 2 dakika rolü olan Sean Penn'i görüyoruz ki kendisi yemeyip içmeyip İspanyol aksanı çalışmış olabilir bu rol için.Küba Devrimi'nden 2 sene sonra kahramanımız Havana'ya yerleşir ve burada Havana Üniversitesi'ne başlar.Önemli bir bilgi olarak şunu söylemek isterim;filmin büyük çoğunluğu Havana’da geçmektedir ancak Havana diye izlediğimiz şehir Meksika'nın Mexico City şehridir.

  Reinaldo'nun henüz çocukluk sahnelerinden de anlayabileceğimiz gibi kendisi eşcinseldir ve filmde Castro yönetiminde eşcinsel olmanın ne demek olduğunu gözümüze soka soka anlatmaktadır yönetmen.İnternetten okuduğum yorumlardan gördüğüm, tam da beklenildiği gibi yurdum insanı homofobik yapısıyla eşcinsel sahnelerden rahatsız olmuş , filmi yarısında terketmiştir.Javier Bardem ise oyunculuğunu konuşturup eşcinsel bir karakteri olması gerektirdiği gibi canlandırmış.Hani şu adamın gözüne sokulan eşcinsel tavırlar değil de ellerinin kibar duruşuyla ve hassas ince ruhlu bir adam oluşuyla karakterin feminenliğini ortaya koymuştur.Küba'da eşcinsel olmak kadar zor olan diğer bir şey ise yazar olmaktır.Şair ve yazar topluluklarının düzenledikleri toplantıların rejime karşıt olan düşünceleri kışkırttığı iddia edildiği için bu yazarlar şairler mahkemelerde yargılanmaktadırlar.Tabi bu baskı zulüm sahneleri bizlere ne kadar gerçeği yansıtıyor bilemeyiz , sonuçta filmde bir kapitalist-sosyalist karşılaştırması var.Filmin Amerika ayağında da kapitalist düzenin acımasız olan yanı abartılmadan gösterilmiştir.Filmin en  ağır aktığı hapishane sahnelerine gün gibi doğan Johnny Depp Bobon ve General olarak 2 farklı rolle resmen şov yapmıştır.

  Yönetmenin aynı zamanda heykeltraş ve ressam olması film karelerinin zaman zaman resim tablosu gibi görünmesine vesile olmuş.Benim açımdan film izlenmeye değer ve başarılı ancak kolay bir film değil.Ağır akış temposu yorabilir izleyeni ama kesinlikle izlenmesi gereken bir eser.

DAMLA

SE7EN

“İki polis;
Biri emekliye ayrılmak üzere, diğeri yeni göreve başlamış.
Biri canından bezmiş, diğeri kendisini  kanıtlamak ister.
Biri sisteme ve insanlara insanlara inancını yitirmiş diğeri her şeyi değiştirebileceğini umuyor.”
Alin Taşçıyan, Dvd Artı, Aralık 2005.



  Senaryosunu ABD’nin meşhur CD, DVD vb. satan mağaza zinciri Towers Records’ta kasiyer olarak çalışan Andrew Kevin Walker’in yazdığı, usta görüntü yönetmeni Darius Khondji’nin (İran kökenlidir ve bu sebeple film, bazı yerleri sansürlenerek de olsa devrim sonrası İran’da gösterime girmiştir.) titiz çalışması, nitelikli filmler çeken ve kendi tarzını oluşturan David Fincher’in yönettiği Seven, gerek konusu, gerekse konuyu işleyiş tarzı ve başroldeki iki usta oyuncusu (Morgan Freeman, Brad Pitt) (Filmin sonralarına doğru görünen Kevin Spacey’nin ölçülü ve muhteşem oyununu belirtmek gerekir.) sayesinde vizyonu çıktığı andan itibaren klasikleşen bir film.

   Seven, artık bir polisiye klişesi olan “Yaşlı polis-Genç polis” teması ve çatışması üzerinden ilerlese de, film, ele aldığı konu sayesinde bu klişenin çok ama çok üstünde bir özelliğe ve temele dayanıyor. Hristiyanlıyanlık inancındaki yedi temel günahı (Oburluk, Açgözlük, Tembellik, Kibir, Şevhet, Haset, Öfke)  referans alan film, katilin bu günahları işleyen günahkârları bulup herbirini korkunç ve işlediği günaha uygun olarak öldürdüğü yani kendince cezalandırdığı bir yapı üzerine kuruluyor ve ilerliyor. Somerset (Morgan Freeman’ın canlandırdığı dedektif karakteri)’e göre katil “Bir mesaj iletmeye çalışıyor, bir anlamda vaaz veriyor. Böylece iki dedektif çeşitli edebi eserlerden alıntılar yapan katilin izini bulmak için Chaucer ve Dante gibi Yedi Ölümcül Günah’tan beslenen yazarların eserlerinden de faydalanarak, cinayetlerin izini sürmeye başlıyor.” Kutluhan Kutlu, Sinema, Nisan 2002.

  Filmde olayların geçtiği kenti bilmeyiz. Kent ile ilgili bildiğimiz birkaç unsur vardır. Bu da sürekli yağmurun yağdığı ve yozlaşmış bir yer olduğudur. Modern zamanların Sodum’u ya da Batman’in şehri Gotham gibi. Bu bozulan kentte, dedektif Somerset, emekliliğini beklemekte ve emekli olur olmaz kentten gitmeyi planlamaktadır. Kentte yeni gelen ve heyecanını hâlâ koruyan dedektif David (Brad Pitt) ise kendiini kanıtlamak için elinden geleni yapmaya çalışır. 

  Seven, edebiyattaki tezli romanlar gibi bir yapıt. Yani bu hikayeyi yaratanın söylemek istedikleri var ve bunlar da hiç de yabana atılacak şeyler değil. Modern kente, kadın-erkek ilişkilerine dair söyledikleriyle birlikte film, ismiyle örtüşen bir şekilde asıl eleştirisini yedi günaha ve bunları işleyen insanoğluna yapıyor.

  İzleyicisini önemseyen, sorgulattıran ve düşündüren filmleri her zaman önemli bulmuşumdur. Üstelik bu film, titiz bir çalışmanın ürünü ve her türlü ilgiyi hakkeden bir yapıt. Film, başladığı andan itibaren iyi olduğunu hissettiren jeneriği, müzikleri ve renkleriyle ilk dakikadan izleyiciyi avcuna alan nadir filmlerden.
  Seven filminin Hristiyanlıktaki 7 günahtan yola çıkarak mükemmel bir eleştiri ve polisye ziyafet sunduğunu dile getirdikten sonra, sinema tarihinde bu yedi günahı ele alan filmlerden meraklılarana bir seçki sunmakta fayda var diye düşünüyorum.

1.OBURLUK 
Super Size Me/Şişir Beni (2004) Yön. Morgan Spurlock
Meaning of Life/Hayatın Anlamı (1983) Yön. Terry Jones
2.AÇGÖZLÜLÜK-HIRS
Godfather/Baba (1973) Yön. Francis Ford Coppola
Kaç Para Kaç (2000) Yön. Reha Erdem
3.TEMBELLİK
Rumble Fish/Siyam Balığı (1983) Yön. Francis Ford Coppola
Following/Takip (1998) Yön. Cristopher Nolan
4.ŞEVHET
Basic Instinct/Temel İçgüdü (1992) Yön. Paul Verhoeven
Irreversible/Dönüş Yok (2002) Yön. Gaspar Noe
5.KİBİR
American Beauyt/Amerikan Güzeli (1999) Yön. Sam Mendes
Changing Lanes/Çarpışma (2002) Yön. Roger Michell
6.HASET-KISKANÇLIK
Talented Mr. Ripley/Yetenekli Bay Ripley (1999) Yön. Anthony Minghella
Dangerous Liaisons/Tehlikeli İlişkeler (1988) Yön.Stephen Frears
7.ÖFKE
Taxi Driver/Taksi Şoförü (1976) Yön. Martin Scorsese
Oldboy/İhtiyar Delikanlı (2003) Yön. Chan-work Park

 KAAN  OKAN